10 Kasım 2018 Cumartesi







Yüz üstü düştüm...




Eğer buraya Haziran ayının 10, günü bir tepeden bakacak olursanız, devetüyünün hafif kızıla çalan rengi arasında tek tük yemyeşil kalabilmiş ağaçları ve güneşin tepedeki yerine göre ışığıyla boyadığı çok çok iki katlı damları görebilirsiniz. İkinci katlar genelde en fazla on kadar basamakla ulaşılan altında camı çerçevesi olmayan, çoğunlukla duvarı bile sıvanmamış bir ağılın bulunduğu katlardır. Köylü hayvanını akşamları burada tutar. Kışın pencere boşluklarına kalın naylonlar ,uçurtma çıtasının inceliğine yakın ölçülerde parça parça kesilmiş tahtalarla sabitlenirler. Bir taraftan da evde kullanılmayan eski soba veya benzeri bir varilde ateş yakılır. Cam görevi yapan naylonun bir kısmı pencere boşluğunu açık bırakacak şekilde sabitlenip, yer yer bir telle sarılıp tavana tutturulan soba bacası kalan boşluktan dışarı çıkarılır. Ağılın zemini dışarıdaki zemin seviyesinden yaklaşık bir metre kadar aşağıdadır. Böylece kışın ağılda yanan sobanın sıcağı , ev sahibinin oturduğu evde yerde yatmayı daha kolay kılar. Ki bu, Şırnak'ın küçük bir yamaç köyünde yaşayan herkesin sahip olamadığı kadar büyük bir zenginliktir.








Aile tarafından bu iş için seçilmiş, sorumluluk sahibi ama başkaca işe yaramayan güçlü kuvvetli erkekler , hayvanları otlatmak için bu tepelere dağlara sürerler. Kapıdan çıkarken analar eskimiş beyaz ama temiz örtülere sardıkları tandır ekmeği ve kuru peyniri, hayırlısıyla dönmesi dualarıyla verirler oğullarına. Büyüklerin dediklerine göre on yıl kadar önce bu iş çok daha tehlikesizmiş. Hayalleri göğün mavisi kadar temiz ve büyükken, oturdukları cılız ağacın gölgesinde harcanıp giderler. Kabullenmedikleri ama ne söyleyeceklerini de bilmedikleri tekdüze yaşamlarına yabancılaşmaya başlamışlardır ve yüksek bir yerlerde yalnız kalmak onlar için çoğu zaman günü kotaracak bir fırsattır.







Koyunlar sıcak Haziran gününün sarartıp kuruttuğu bozkır otlarını diş ve damaklarıyla neredeyse kökünden koparırlar. Bu arada metal bir bardakta,küçük bir kaşıkla çaydaki şeker eritilirken çıkan sese benzer ritmi bozuk çan sesleri,ot hışırtılarının arasında net bir şekilde duyulur. Kuru otlar koyunların tercih ettiği değilse de, keçiler buna pek aldırış etmez. Bozkırdaki kuru otların besin değeri yüksek üstelik de bedavadır. Zaten fakir olan köylünün tek geçim kaynağının sermayesiz işlemesini uygun kılar.

Küçülen yün kazağımın uzatılması için bir diğer küçülen kazağın sökülmesi sonucunda elime geçen ve sakladığım ipin bir ucunu, arka sol tekerleği kopmuş plastik kamyonumun camsız ön cam bölümüne bağladım. En iyi arkadaşım olan amcamın kızı Kumru ile birlikte kimseye haber vermeden tepeye yürüyecektik. Onun, iki tahtanın hristiyan haçı şeklinde birleştirilip eski kumaşları etrafına sararak yapılmış bebeğini de kamyonun kasasına oturttuk. Bebeğin beline kırmızı bir kurdele bağlamayı da ihmal etmemişti. Tahtanın üst kısmına kurşun kalemle çizilmiş gözlerin üzerinde, orantısız şekilde uzun çizilmiş üç çizgi şeklindeki kirpikler onun bir gelin olduğunu gösteriyordu.

Kumru ,küçük ama yuvarlak suratlı,kısa boyunlu şişman denmeyecek kadar toplu bir kızdı. Benden bir yaş küçük ama daha akıllı,daha konuşkan ve daha hızlıydı. Henüz beş yaşındaydı ve okumayı öğrenmişti. Zaten okul hayatı okumayı öğrenmeye endekslenmiş bir köyün çocuklarıydık ve bu Kumru’yu hepimizin içinde en öne geçiriyordu. Belki biraz bundan da kaynaklanan öz güven ile pataklamadığı akranı yoktu. Buna ben de dahilim. Aramızda yaptığımız koşu yarışmasında yenilince hırslanıp ona taş attım. Tam isabet! Canı yanınca bebeğini kucaklayarak beni peşlemeye başladı. Toprağın her yerde aynı sarı tonundan ve yerden çıkan tozdan bir zaman sonra gözlerim kör olmuş gibi bana ihanet ettiler ve küçük çukura takılıp düştüm. Aşağı doğru koştuğumuz için biraz da sürüklendim. Yüzümü koruma girişimimle kollarım, kağıda resmedilmiş bir alev topu gibi dirseklerime doğru onlarca çizikle yara oldu. Çok kan akmıyordu ama vücudumun bütün ateşi orada toplanmış ,kollarımı yakıyordu sanki. Kumru benden önce ağlamaya başlamıştı bile. İkimizde hızlı adımlarla yere baka baka köye dönüyorduk. Kollarımı yere paralel ve önüme doğru büküp kaldırmış yürüdüğüm için burnumda baloncuk olup olup inen sümüğümü silemiyordum. Sonunda evdeydik. Annem tandırın yakınında diğer kadınlarla beraberdi. Dizlerini kırıp yere oturmuş ve sofra bezi dizlerini örtmüştü. Ucu beyaz iğne oyalı beyaz örtüsünü başına serbestçe dolamıştı. İğne oyasının en geniş olduğu, eni 20cmlik kısmı tam alnını ortalıyordu. Onu görünce sessiz ağlayışım ,bir pişmanlık ve şikayet duygusuyla haykırışa döndü. Kumru yüzünün gözyaşlı çamuruyla annesinin eteğine sığındı. Suçluluğunu gözyaşıyla bastırıyormuş gibi ,beyaz yüzündeki sarı tozları ağlayarak yıkıyordu. Annem hemen rengi sararmış bidonu alıp kollarımı yıkamaya koyuldu. Bu sırada bir eliyle beni kucaklayıp, kendine göre eğip büküp,öpüyor,bir eliyle bidonu hafif devirip,israf etmeden eline döktüğü suyu koluma çarpıyordu. En son avuç dolusu suyla alnımdan çeneme doğru yüzümü iki kere yıkadı. Yaralarıma sofra bezinin kenarındaki çanaktan sıvı yağ alıp sürdü,kan durmuştu. Sanki pamuklara sarılmış gibi rahatladım ,acım azaldı ve unutmak için uyumaya çekildim.

Ertesi akşam Kumru’nun babası olan amcamın renkli televizyon aldığını öğrendik. Akşam yemeğinde onlarda olacaktık. İki ayrı yer sofrası kurulmuştu. Kadınlar ve çocuklar bir sofrada ve erkekler ayrı bir sofrada yemek yedik. Neredeyse yirmi kişiydik. Birinci derece yakın akrabalar hep bir aradaydık. Televizyonun kutusu televizyonun durduğu sehpanın yanı başında duruyordu. Sanki televizyon işi her bittiğinde bu kutuya konacakmış gibi muhtemelen hiç çöpe atılmayacaktı. Çocuk kini çabuk geçti,daha sofra toplanırken barışmıştık Kumru’yla. Televizyon kadar renkliydi giydikleri, mavinin birkaç tonu , soluk kırmızı ve sarının birer santim kalınlığında yukardan aşağıya sıralandığı yatay çizgili yarım kollu yakası da tek renk buz mavisi olan atleti ve buz mavisi penye paçaları lastikli pijaması ile çok şirindi . O’na kızmayı imkansızlaştırıyordu. Bende de aynı parçaların oluşturduğu takımın solmuş grisi vardı. Televizyonda Hülya ve Tanju aşkı konuşuluyordu. Herkes çok mühim bir meseleymiş gibi bize sus işareti yapmaktan bıkmış olacak ki büyük amcam “size bir oyun buldum” diyerek bizi televizyon kutusuna sırt üstü yan yana yatırdı. “Ben çıkın diye seslenmeden çıkmayın ve sesinizi de çıkarmayın ilk çıkmak isteyen oyunu kaybedecek” dedi. Geçen mağlubiyetimin hırsıyla kendime söz verdim. Kumru’nun bu konulardaki başarısı zaten malum. Belki bir dakika olmamıştı. Bir gürültü koptu ve çığlıklar duyuldu. Silah sesini işitiyordum. Bildiğimden çok daha sık aralıklarla patlıyordu. Gömüldüğü yerde “lök” diye tok bir ses çıkarıyordu. Bu sesi bunca gürültünün arasında nasıl duydum bilmiyorum. Korkmuştum. Kumru’nun kıkırdaması hemen kesilmişti bu ciddi bir şeyler olduğunu gösteriyordu ben de sustum. Gürültü kesildi. Tek duyduğum kendi kalbimin atışıydı. Hem oyunu bozmaktan hem de ne göreceğimi bilmediğimden dışarı çıkamıyordum. Odanın ısısı zaman geçtikçe düştü . ilk gürültü koptuğu an korkudan işemiştim ve soğuyan idrar daha da üşümeme sebep oluyordu. Biraz da Kumru’nun bana değen vücudunun soğukluğu. Kaç saat geçti bilmiyorum. Eve birileri geldi. Bir kadın ağıt yakmaya başladı, tanıdık bir sesti ama kim olduğunu çıkaramadım. “Hanedekileri tanıyor musun hanım” diye soran sert bir erkek sesi de yanındaydı. Ama kadın dövünüp , ağlamaktan sanki onu duymuyordu. O sırada benim hıçkırıklarımı duyan çamur yeşili renkli kıyafet giymiş bir asker kutunun kapağını açtı. Kadını tanıdım. Hakime Teyze. Onlara doğru kollarımı uzattım. Beni kucaklayıp kutudan çıkardılar. Arkama bakmamam için başımı kafasıyla omzunun arasına bastırıp sıkıştırdı kadın. Ama hesaba katmadığı diğerleriydi. Odanın her yerinde tanıdığım bir yüz donuk bir ifadeyle farklı yerlere bakıyorlardı. Kadınlar ve çocuklar birbirlerine sokulmuştu. Annem olduğundan daha beyazdı. Gök beyazıydı , maviye çalıyordu. İki gün sonra kendime geldiğimde biri dua ediyordu. Annemi istedim. O melek oldu artık dediler. Herkes melek olmuştu. Erkekler “terörist” diyorlardı sohbetlerinde. Daha önce duymadığım bir kelimeydi ve sonraları da hep korkuyu çağrıştırdı. Günler daha uzadı ve ilk zamanların merhameti de günden güne azaldı. Sevgiye ve ilgiye açtım. Özlem içimi deşiyordu sanki. Güzel günlerin geleceğini düşünmek, gelmeyeceğini düşünmek kadar acıydı. Umudun ne kadar uzak bir yer ve keskin bir bıçak olduğunu o zaman anladım. Umut ettiğinde zaman geçmiyordu. Etmezsen de eriyordun. Bir gün çocuklarım ve gerçek bir yuvam olacağı hayaliyle yeniden uykuya daldım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder