30 Kasım 2016 Çarşamba









Hayır anlamadın! Hemşerim esas memleket nere?
Bu dünya benim memleket!
Toprakların hakkı tohum, bomba değil. Öfke ekip fırtına biçiyoruz. Ne zaman bitecek bu çirkin hırs.
Umudum hep var. Umut hep olsun.













5 Kasım 2016 Cumartesi




                           ÜREMEKTEN ÜRKMEK

     Şu cesurca doğurabilen kadınlara şaşıyorum. Geçenlerde paylaşımlarını takip ettiğim hayvan sever bir kadının 'ürememeyi seçtim' beyanından sonra, uzun süredir sancılı düşüncelerim bu iki kelimeye sığmaya çalışıyor.
     Ne büyük bir seçim ANA olmak. Çok fedakar ve temiz kalpli bir annenin çocuğuydum. Her sabah bizden önce kalkar, tüm kısıtlı imkanları değerlendirir bize mükemmel bir kahvaltı yaptırırdı. Hep güler yüzlü, hep sevgi doluydu. Disiplin falan da yoktu, disiplinimiz de otoritemiz de sevgiydi onunla. Hala evlatları olarak en çok korktuğumuz onu üzmektir. Tüm anaçlığını fazlasıyla bana aktarmış bir anne. Böyle bir annenin kızıyım ama çocuğum olsaydı sanırım daha sıkıcı, ketum, kuralcı olurdum. Ne bileyim bunun bebekliği var, çocukluğu var, ergenliği var, sonra yavaştan uzaklaşması var falan..." Hoop " derdim," nereye gidiyorsun, sana en az 20 senemi verdim. Benden başkasını benden ayrı yaşayacak kadar sevemezsin." Şu an başkası yapsa saçma gelecek şeyleri yapardım mesela.
     Ülkenin durumu desen karışık. Yarına çıkacağımız meçhul. Biz bu yaşta kaldıramıyoruz, korkuyoruz, endişe ediyoruz. Minicik kalpler, bedenler nasıl kaldırsın? Sırf üreme yeteneğim var diye, sırf ilkel dürtülerim yüzünden doğurursam, o çocuğa haksızlık etmiş olmaz mıyım? E hani anne olmak koruyup kollamaktı :(
     Yiyecek doğal bir meyve bulmak zor, ekip yetiştirecek bir alan bulmak zor, ekip yetiştirirken onlarla ilgilenecek zamanı bulmak daha da zor. Çalışıp para kazanmak zorundayız. Doğurduğumuz çocuğu el kadar bebeyken bırakıp çalışmaya gidiyoruz. Çalıştığımız paranın bir kısmını bakıcıya, bir kısmını beraber zaman geçirmek için çocuk oyun alanlarına, bir kısmını da organik beslensin diye manava bırakıp, neredeyse hiç birikim yapamadan çocuğumuzdan ayrı kaldığımızla kalacağız.O yavru da annesinden ayrı. Hasta da olacak, geçişler de yaşayacak of çok karamsar bir konu.
     Eğitimi de yazayım aklımdan çıkmazken, bu çocuk hangi okulda okuyacak ve hangi öğretmene emanet edilecek? Hangi kendini bilmez velilerin çocuklarıyla aynı sınıfı paylaşacak. Kendimden biliyorum okul hayatının bana verdiği tek şey okullar ile ilgili karmaşadır. Okumayı kendi kendime daha önceden öğrenmiş olmasam rahatlıkla okulda sadece okuma öğrendiğimi ve gerisinin de ufak tefek kendi çabalarımla olduğunu söyleyebilirim. Kaçınızın öğretmeni sizlere bir şey kattı okul hayatınızda merak ediyorum. Eğer bunu yaşadıysanız çok şanslı olduğunuzu da söylemeliyim. Sanırım 12-13 öğretmen değişti ilkokuldayken. Gerisini siz düşünün artık.
     Paran varsa çocuğunu her bölümde okutabilirsin, parası olmayan azimli çocuk ise lise mezunu olur. Çok değerli siyo ve eyçar ablalarımız - abilerimiz, bu gariban yavrumuzun sivisindeki lise mezunu yazısını görür görmez siviyi kibarca masanın gözden uzak bölümüne iterler ve ömrü boyunca baltaya sap olamayacak, limon satamayacak x özel üniversite mezununun sivisini özenle incelemeye başlarlar. Yine midem bulandı bak.
     Hani 80'ler ve biraz da 90'lar çocukların klişesi komşu teyzenin camdan sepetle salladığı salça ekmek mevzusu var ya, hah işte bunu belki de hiç yaşayamayacaklar. Annelerini evde bulamayınca komşu teyzedeki yedek anahtarları olmayacak. Ya da herhangi bir komşuya çantalarını bırakıp sokağa oyuna koşamayacaklar. Biz onlara küçükken komşumuzda annemizi beklerdik dediğimizde, şaşkınca "gerçekten mi" diye soracaklar. Belki de bunlardan hiç bahsetmeyeceğiz kimseye güvenmesin diye. Komşu öpmek isterse öptürme, kapı çalarsa açma, servis şoförünle gerekmedikçe konuşma, babanın iş arkadaşı şeker verirse alma falan diye kirlenmiş ruhumuzla onu korumaya çalışacağız. Ortaokul dönemim boyunca İzmir Fuarı'nı bir baştan bir başa, sabah akşam yürürdüm. Anne babamın arkadaşlarıyla markette karşılaştığımda illa ki bir çikolata da benim için atarlardı sepetlerine. İnsanlara güvenmek serbestti. Şu iğrençlikte kime güvenebiliriz.
     Bu çocuğu kendi başıma yapamayacağıma göre bir de baba lazım. "Baba" ne kadar içi dolu bir kelime. Anne demeden baba diyecek muhtemelen bebek. Hep savunduğum bir cümlem vardır bununla ilgili; "Ne kadar çocuğuna düşkün olmayan anne varsa, ki çok az olsa da vardır, o kadar çocuğuna düşkün baba var." diye. Maalesef hormonları neredeyse her kadını anne yapabilirken, hiçbir erkeği baba yapmıyor. Merhameti kadar baba oluyor erkekler. Tamamen acıma duygusundan beslenen bir sevgi. Baba ve anne birbirlerini sevecekler ve çocuk sevgiyle büyüyecek. 5 yıl evli kaldılar baktılar rutine döndü evlilik. Kadın yapamıyor da erkek iyice kaçamak peşinde. Akıllı ya hanım kızımız doğuruyor hemen bir bebek. Erkek yalandan sevinmiş gibi yapıp "naptık lan biz" düşüncesiyle savaşırken bakıyor ki ona düşen pek de bir iş yok, aynı yerden devam ediyor. Bir farkla, peşine düşmeye enerjisi ve vakti olmayan bir kadını var artık. Biri çocuğunu alıp alıp annesinin evine gitmeye yeltenirken, diğeri sadece ele güne karşılar yüzünden, yalandan gönül alıyor. Derken bu sahteliğe ikinci bebek. Gerçekten ne kadar iterek götürebilirsin ki bir arabayı. Yorulmaz mısın? Her eve dönüşünde galibiyet kazanmışlık hissi mi verir bu cesareti sana? Ah ablacım, tüm kötü enerjin ve iniş çıkışların o çocukların kalbinde bir çatlak açıyor. Güçlü kadın, gururlu kadın falan bunları da evlatlarım var ne yapayım bahanesiyle görmezden geliyorsun. Ne senin kadınlığın kalıyor geride ne de o yavruların mutlu çocukluğu. Ben 22 yaşındaydım anne ve babam ayrıldığında ama henüz 4 yaşındayken farketmiştim, ödünlerle yürüyordu evlilikleri. Ayrıldılar ayrılacaklar korkusu, ayrılma anlarından daha ağırdı her zaman.
     Bencil değilim. Bencil ve kendimi düşünen olsaydım, sırf çoğalmak dürtümü gidermek ve ele güne kadınlığımın çalışır durumda olduğuyla ilgili sinyaller verebilmek için doğururdum. Bu bambaşka bir şey bu çok ağır bir sorumluluk. Yepyeni bir beden ve bir ruh. Korumak ve şekillendirmek kendi tecrübelerinden yola çıkarak... Çatışmak kimi zaman, kırmak, kırılmak... Tarifini bir türlü yaşamadan anlayamadığımız kadar güzel olan bir şeyi neden denemeyelim ki? Sadece onun için.
     Diyorum ya hatırlamak için yazıyorum diye, belki şartları sağlamış ve bebek yapmış olursam bu düşüncelerimi hatırlarım. Şimdilik bu çok uzak ve imkansız görünüyor. İnsan en çok kendiyle çatışıyor.
"İnsanlık inanılmaz sayıda budala üretiyor. Bir insan ne denli budalaysa, o kadar çoğalmak istiyor. Üstün yaratıklar en fazla bir çocuk çıkarıyorlar, en iyileri de hiç çocuk yapmamaya karar veriyorlar. Bu bir yıkım!"
Anneliği kendi isteklerinin önünde tutan kadınlar, onurlu, gururlu, SAYGILI çocuklar yetiştiren bütün kadınların şansları açık olsun.

15 Ekim 2016 Cumartesi





                             Kar da yağdı...

     Ara sıra dayımın öldüğü aklıma gelir. Ölümü kanıksatan anım bu olay. Sonrasındaki hiçbir ölüm beni ölümün gerçeğine böylesine alıştırmadı. Pili çıkarılmış bebek gibiydi, uzanmış yatarken. Yatıyordu ama uyumadığını biliyordum. Belirgin elmacık kemiklerinde, patladıktan sonra uzayıp etrafa saçılan havai fişek ışıkları gibi kan dolu damarlar yoktu  artık. Yaprakları solmuş ama halen diri çiçek gibiydi. Ne gerek vardı apar topar gömmeye o soğukta; belki dirilirdi. Ölüm o yaştaki adama göre değildi.
     Bir kokuyu ilk kez duyduğunda, kokunun kaynağı ile ilgili belleğinde bir şekli yoktur. Sonra bunun mesela madalinadan geldiğini keşfedince, tekrar duyduğunda şaşırmazsın. Mandalina kokuyordur. Seversin ya da sevmezsin bu durumu. Ama mandalina kokusu işte. Tanıyorsun artık.

14 Ekim 2016 Cuma


   







     İnsanlara bakıyorum, onlara kafamda bir gömlek dikiyorum ve giydiriyorum. Hoşlanıp hoşlanmamalarını önemsemiyorum. Zira onlar için en uygun gömlek bu. Ee bu durumda hayal kırıklığına uğramanın ne gereği var. Bırakalım herkes kendisi gibi yaşasın.
     Buradaki kilidi açmanın yolu da baştan sona kendin gibi yaşamak. Yalnız kendimize söylediğimiz aslında o çok insanca "kusurlar" (aslında dürtüler) ortaya çıkıveriyor olmadık anda. Bırakın ilk günden şunları, senin gömlek bana çok bol gelir, ben mavi giymem, bunun yakası niye bu kadar dik deyiverin, olmaz mı? Şunu söylemek istiyorum, o kadar da önemli değilim, değiliz. Ben Canan olayım, siz kimseniz o olun. Saçlarınızın, isminizin, bedeninizin, arabanızın insanı olmayabilirsiniz, yavaş yavaş saygı duymaya başlıyorum, hadi yine iyisiniz. Çiçek formunda parfüm şişesinden arko tıraş kolonyası kokusu çıkabilir, o derece anlayışlıyım... Yeter ki ilk koklayışta anlayayım. Geldi mi burnunuza kokusu? :)



30 Ağustos 2016 Salı

  Tatile gitmek benim için bir hayaldi. Hatta tatile çıkmak da öyle. Tek izin  günüm olan pazar gününe bür sürü hayal kurup girer birkaçını bile yaşadıysam pazartesi gününe içim rahat başlardım. Sonra bir sonraki pazara kadar aynı koşuşturmaca ve bir kısmı tamamlanacak olan pazar planları. Tabii yalnızken pek de önemi olmayan, -  bu da kalıversinler -  işimi kolaylaştırmıyor değil. Çocuklu ve çalışan insanların hakkını yiyemem. Ah bu zaman darlığı denen zamane dertleri. Neyse efendim konumuza dönelim, tatile gidiyorum iki yıldır. Yani herhangi bir yerleşkede her şey dahil konaklama gibi tatiller. Misafirliğe gittiğin yabancının yatağında yatıyor, yorganına sarılıyor gibi bir his. Zamanın boşluğunda bile insanın gününü, yemek saatlerine göre planladığı kısıtlı zamanlar. Çalışırken işe koşmalar, otelde restorana koşmalar, yemek yedin eritmek için koşmalar, denizde en iyi şemsiyeye koşmalar... Uzar gider. Hep yetişmek zorunda mıyım bir yerlere? Sorumluluk bilinci midir her ne ise gezmeye çıkacağımda bile yirmi dakikalık gecikmeyi hoş göremez miyim? Ne bu gerginlik? Sanki zemini ayaklarımdan çekiyorlar.
  İyi, güzel, hoş.. Lüküs hayat, oh ne rahat, bak keyfine yan gel de yat! Yatamıyorum :( insanoğlu yatmaya programlı mı değil nedir? Yok yapamıyorum. Evet her şey önümüze serilmişti ama birşeyler eksikti. Bu histe yalnız olmadığımı tahmin ediyorum.
  Sanırım aradığım şey bambaşka; elimde kitabım, sakin bir ortam, ayağım toprağa değiyor, bir ağacın dalları var manzaramda ve  o dallarda uçuşan kuşlar, dallara asılmış rengarenk tüller. Burnumda pembe domatesin yeşil yaprağının mis kokusu, biraz ötede tazecik naneler. Gelişi güzel dizilmiş taşlardan bahçe duvarı, duvara asılmış ferforje parçalar... Hiçbir şey nizami değil. Nizami olmak zorunda da değil. Takımı bozulmuş sandalyeler, tabaklar, tek tarafında güneşliği olan perdeler, eğimli zeminler. Zaten hiç "simetri takıntım" olmadı benim. Bu da bir  yeni zaman takıntısı değil miydi zaten?
  Dediğim gibi tatile gittim. Güzel insanlarla, güzel bir sahilde, un gibi ince taneli kumu olan İncekum'u gördüm. Dalgalara benliğimi dövdürdüm, birkaç kere  hatırlattım hodbin kendime "doğa bizden çok daha güçlü, sadece çoğu zaman bize acıyor" diye. Küçük bir çocuğun annesine yumruklar savururken, annesinin ona sabrını gördüm orda. O çocuk da büyüyüp, ömrünü tamamladığında doğa ana olacak ve bir kısım merhamet kalacak belki ruhunda. Tüm hırçınlıklarımıza sabır gösterecek ve her şeye rağmen sevecek.



29 Ağustos 2016 Pazartesi

Merhaba,
Aslında nasıl başlamak gerek bir fikrim yok. Otuz yaşıma girdim gireli bir haller oldu bana. Gerçekten şaşırtıcı hislerle tanıştım. Belki tecrübeler tanıştırdı. Ara sıra,  fazlasıyla gelen yazma ihtiyacımı bir şekilde karşılamaya çalışacağım. Muhtemelen sadece kendim bile okuyabilirim. Yarın hangi fikrim  değişmiş, ya da ne hissetmiştim geçmişte görmek için. Bekleyelim de görelim bakalım... ezgisini duyar gibiyim kulaklarımda. Şu an Antalya'nın muhtemelen en serin noktasında, en sıcak ayın, en sıcak günlerinin, en sıcak saatlerinde yazıyorum. Yani şartlar da önemli ama bulunduğun nokta da bir o kadar önemli diyelim. Halbuki ben İzmir'liyim buraya da bilinçli olarak ilk gelişim. Tüm önyargılarımdan sıyrılıp Antalya'nın aslında bayıltan değil, iç açan bir yer olduğunu gördüm. Hatta gelirken uçaktan aşağıya bakmış ve her şeyi şehirde bırakıp Antalya'nın dağlarında kendilerine yeni bir yaşam kuran, genç çifti aramıştı gözlerim. Tabii ki onları göremedim. Ama yaptıkları şeye ilk kez anlam verdim. Yani "i see".