30 Ağustos 2016 Salı

  Tatile gitmek benim için bir hayaldi. Hatta tatile çıkmak da öyle. Tek izin  günüm olan pazar gününe bür sürü hayal kurup girer birkaçını bile yaşadıysam pazartesi gününe içim rahat başlardım. Sonra bir sonraki pazara kadar aynı koşuşturmaca ve bir kısmı tamamlanacak olan pazar planları. Tabii yalnızken pek de önemi olmayan, -  bu da kalıversinler -  işimi kolaylaştırmıyor değil. Çocuklu ve çalışan insanların hakkını yiyemem. Ah bu zaman darlığı denen zamane dertleri. Neyse efendim konumuza dönelim, tatile gidiyorum iki yıldır. Yani herhangi bir yerleşkede her şey dahil konaklama gibi tatiller. Misafirliğe gittiğin yabancının yatağında yatıyor, yorganına sarılıyor gibi bir his. Zamanın boşluğunda bile insanın gününü, yemek saatlerine göre planladığı kısıtlı zamanlar. Çalışırken işe koşmalar, otelde restorana koşmalar, yemek yedin eritmek için koşmalar, denizde en iyi şemsiyeye koşmalar... Uzar gider. Hep yetişmek zorunda mıyım bir yerlere? Sorumluluk bilinci midir her ne ise gezmeye çıkacağımda bile yirmi dakikalık gecikmeyi hoş göremez miyim? Ne bu gerginlik? Sanki zemini ayaklarımdan çekiyorlar.
  İyi, güzel, hoş.. Lüküs hayat, oh ne rahat, bak keyfine yan gel de yat! Yatamıyorum :( insanoğlu yatmaya programlı mı değil nedir? Yok yapamıyorum. Evet her şey önümüze serilmişti ama birşeyler eksikti. Bu histe yalnız olmadığımı tahmin ediyorum.
  Sanırım aradığım şey bambaşka; elimde kitabım, sakin bir ortam, ayağım toprağa değiyor, bir ağacın dalları var manzaramda ve  o dallarda uçuşan kuşlar, dallara asılmış rengarenk tüller. Burnumda pembe domatesin yeşil yaprağının mis kokusu, biraz ötede tazecik naneler. Gelişi güzel dizilmiş taşlardan bahçe duvarı, duvara asılmış ferforje parçalar... Hiçbir şey nizami değil. Nizami olmak zorunda da değil. Takımı bozulmuş sandalyeler, tabaklar, tek tarafında güneşliği olan perdeler, eğimli zeminler. Zaten hiç "simetri takıntım" olmadı benim. Bu da bir  yeni zaman takıntısı değil miydi zaten?
  Dediğim gibi tatile gittim. Güzel insanlarla, güzel bir sahilde, un gibi ince taneli kumu olan İncekum'u gördüm. Dalgalara benliğimi dövdürdüm, birkaç kere  hatırlattım hodbin kendime "doğa bizden çok daha güçlü, sadece çoğu zaman bize acıyor" diye. Küçük bir çocuğun annesine yumruklar savururken, annesinin ona sabrını gördüm orda. O çocuk da büyüyüp, ömrünü tamamladığında doğa ana olacak ve bir kısım merhamet kalacak belki ruhunda. Tüm hırçınlıklarımıza sabır gösterecek ve her şeye rağmen sevecek.



29 Ağustos 2016 Pazartesi

Merhaba,
Aslında nasıl başlamak gerek bir fikrim yok. Otuz yaşıma girdim gireli bir haller oldu bana. Gerçekten şaşırtıcı hislerle tanıştım. Belki tecrübeler tanıştırdı. Ara sıra,  fazlasıyla gelen yazma ihtiyacımı bir şekilde karşılamaya çalışacağım. Muhtemelen sadece kendim bile okuyabilirim. Yarın hangi fikrim  değişmiş, ya da ne hissetmiştim geçmişte görmek için. Bekleyelim de görelim bakalım... ezgisini duyar gibiyim kulaklarımda. Şu an Antalya'nın muhtemelen en serin noktasında, en sıcak ayın, en sıcak günlerinin, en sıcak saatlerinde yazıyorum. Yani şartlar da önemli ama bulunduğun nokta da bir o kadar önemli diyelim. Halbuki ben İzmir'liyim buraya da bilinçli olarak ilk gelişim. Tüm önyargılarımdan sıyrılıp Antalya'nın aslında bayıltan değil, iç açan bir yer olduğunu gördüm. Hatta gelirken uçaktan aşağıya bakmış ve her şeyi şehirde bırakıp Antalya'nın dağlarında kendilerine yeni bir yaşam kuran, genç çifti aramıştı gözlerim. Tabii ki onları göremedim. Ama yaptıkları şeye ilk kez anlam verdim. Yani "i see".