10 Kasım 2018 Cumartesi







Yüz üstü düştüm...




Eğer buraya Haziran ayının 10, günü bir tepeden bakacak olursanız, devetüyünün hafif kızıla çalan rengi arasında tek tük yemyeşil kalabilmiş ağaçları ve güneşin tepedeki yerine göre ışığıyla boyadığı çok çok iki katlı damları görebilirsiniz. İkinci katlar genelde en fazla on kadar basamakla ulaşılan altında camı çerçevesi olmayan, çoğunlukla duvarı bile sıvanmamış bir ağılın bulunduğu katlardır. Köylü hayvanını akşamları burada tutar. Kışın pencere boşluklarına kalın naylonlar ,uçurtma çıtasının inceliğine yakın ölçülerde parça parça kesilmiş tahtalarla sabitlenirler. Bir taraftan da evde kullanılmayan eski soba veya benzeri bir varilde ateş yakılır. Cam görevi yapan naylonun bir kısmı pencere boşluğunu açık bırakacak şekilde sabitlenip, yer yer bir telle sarılıp tavana tutturulan soba bacası kalan boşluktan dışarı çıkarılır. Ağılın zemini dışarıdaki zemin seviyesinden yaklaşık bir metre kadar aşağıdadır. Böylece kışın ağılda yanan sobanın sıcağı , ev sahibinin oturduğu evde yerde yatmayı daha kolay kılar. Ki bu, Şırnak'ın küçük bir yamaç köyünde yaşayan herkesin sahip olamadığı kadar büyük bir zenginliktir.








Aile tarafından bu iş için seçilmiş, sorumluluk sahibi ama başkaca işe yaramayan güçlü kuvvetli erkekler , hayvanları otlatmak için bu tepelere dağlara sürerler. Kapıdan çıkarken analar eskimiş beyaz ama temiz örtülere sardıkları tandır ekmeği ve kuru peyniri, hayırlısıyla dönmesi dualarıyla verirler oğullarına. Büyüklerin dediklerine göre on yıl kadar önce bu iş çok daha tehlikesizmiş. Hayalleri göğün mavisi kadar temiz ve büyükken, oturdukları cılız ağacın gölgesinde harcanıp giderler. Kabullenmedikleri ama ne söyleyeceklerini de bilmedikleri tekdüze yaşamlarına yabancılaşmaya başlamışlardır ve yüksek bir yerlerde yalnız kalmak onlar için çoğu zaman günü kotaracak bir fırsattır.







Koyunlar sıcak Haziran gününün sarartıp kuruttuğu bozkır otlarını diş ve damaklarıyla neredeyse kökünden koparırlar. Bu arada metal bir bardakta,küçük bir kaşıkla çaydaki şeker eritilirken çıkan sese benzer ritmi bozuk çan sesleri,ot hışırtılarının arasında net bir şekilde duyulur. Kuru otlar koyunların tercih ettiği değilse de, keçiler buna pek aldırış etmez. Bozkırdaki kuru otların besin değeri yüksek üstelik de bedavadır. Zaten fakir olan köylünün tek geçim kaynağının sermayesiz işlemesini uygun kılar.

Küçülen yün kazağımın uzatılması için bir diğer küçülen kazağın sökülmesi sonucunda elime geçen ve sakladığım ipin bir ucunu, arka sol tekerleği kopmuş plastik kamyonumun camsız ön cam bölümüne bağladım. En iyi arkadaşım olan amcamın kızı Kumru ile birlikte kimseye haber vermeden tepeye yürüyecektik. Onun, iki tahtanın hristiyan haçı şeklinde birleştirilip eski kumaşları etrafına sararak yapılmış bebeğini de kamyonun kasasına oturttuk. Bebeğin beline kırmızı bir kurdele bağlamayı da ihmal etmemişti. Tahtanın üst kısmına kurşun kalemle çizilmiş gözlerin üzerinde, orantısız şekilde uzun çizilmiş üç çizgi şeklindeki kirpikler onun bir gelin olduğunu gösteriyordu.

Kumru ,küçük ama yuvarlak suratlı,kısa boyunlu şişman denmeyecek kadar toplu bir kızdı. Benden bir yaş küçük ama daha akıllı,daha konuşkan ve daha hızlıydı. Henüz beş yaşındaydı ve okumayı öğrenmişti. Zaten okul hayatı okumayı öğrenmeye endekslenmiş bir köyün çocuklarıydık ve bu Kumru’yu hepimizin içinde en öne geçiriyordu. Belki biraz bundan da kaynaklanan öz güven ile pataklamadığı akranı yoktu. Buna ben de dahilim. Aramızda yaptığımız koşu yarışmasında yenilince hırslanıp ona taş attım. Tam isabet! Canı yanınca bebeğini kucaklayarak beni peşlemeye başladı. Toprağın her yerde aynı sarı tonundan ve yerden çıkan tozdan bir zaman sonra gözlerim kör olmuş gibi bana ihanet ettiler ve küçük çukura takılıp düştüm. Aşağı doğru koştuğumuz için biraz da sürüklendim. Yüzümü koruma girişimimle kollarım, kağıda resmedilmiş bir alev topu gibi dirseklerime doğru onlarca çizikle yara oldu. Çok kan akmıyordu ama vücudumun bütün ateşi orada toplanmış ,kollarımı yakıyordu sanki. Kumru benden önce ağlamaya başlamıştı bile. İkimizde hızlı adımlarla yere baka baka köye dönüyorduk. Kollarımı yere paralel ve önüme doğru büküp kaldırmış yürüdüğüm için burnumda baloncuk olup olup inen sümüğümü silemiyordum. Sonunda evdeydik. Annem tandırın yakınında diğer kadınlarla beraberdi. Dizlerini kırıp yere oturmuş ve sofra bezi dizlerini örtmüştü. Ucu beyaz iğne oyalı beyaz örtüsünü başına serbestçe dolamıştı. İğne oyasının en geniş olduğu, eni 20cmlik kısmı tam alnını ortalıyordu. Onu görünce sessiz ağlayışım ,bir pişmanlık ve şikayet duygusuyla haykırışa döndü. Kumru yüzünün gözyaşlı çamuruyla annesinin eteğine sığındı. Suçluluğunu gözyaşıyla bastırıyormuş gibi ,beyaz yüzündeki sarı tozları ağlayarak yıkıyordu. Annem hemen rengi sararmış bidonu alıp kollarımı yıkamaya koyuldu. Bu sırada bir eliyle beni kucaklayıp, kendine göre eğip büküp,öpüyor,bir eliyle bidonu hafif devirip,israf etmeden eline döktüğü suyu koluma çarpıyordu. En son avuç dolusu suyla alnımdan çeneme doğru yüzümü iki kere yıkadı. Yaralarıma sofra bezinin kenarındaki çanaktan sıvı yağ alıp sürdü,kan durmuştu. Sanki pamuklara sarılmış gibi rahatladım ,acım azaldı ve unutmak için uyumaya çekildim.

Ertesi akşam Kumru’nun babası olan amcamın renkli televizyon aldığını öğrendik. Akşam yemeğinde onlarda olacaktık. İki ayrı yer sofrası kurulmuştu. Kadınlar ve çocuklar bir sofrada ve erkekler ayrı bir sofrada yemek yedik. Neredeyse yirmi kişiydik. Birinci derece yakın akrabalar hep bir aradaydık. Televizyonun kutusu televizyonun durduğu sehpanın yanı başında duruyordu. Sanki televizyon işi her bittiğinde bu kutuya konacakmış gibi muhtemelen hiç çöpe atılmayacaktı. Çocuk kini çabuk geçti,daha sofra toplanırken barışmıştık Kumru’yla. Televizyon kadar renkliydi giydikleri, mavinin birkaç tonu , soluk kırmızı ve sarının birer santim kalınlığında yukardan aşağıya sıralandığı yatay çizgili yarım kollu yakası da tek renk buz mavisi olan atleti ve buz mavisi penye paçaları lastikli pijaması ile çok şirindi . O’na kızmayı imkansızlaştırıyordu. Bende de aynı parçaların oluşturduğu takımın solmuş grisi vardı. Televizyonda Hülya ve Tanju aşkı konuşuluyordu. Herkes çok mühim bir meseleymiş gibi bize sus işareti yapmaktan bıkmış olacak ki büyük amcam “size bir oyun buldum” diyerek bizi televizyon kutusuna sırt üstü yan yana yatırdı. “Ben çıkın diye seslenmeden çıkmayın ve sesinizi de çıkarmayın ilk çıkmak isteyen oyunu kaybedecek” dedi. Geçen mağlubiyetimin hırsıyla kendime söz verdim. Kumru’nun bu konulardaki başarısı zaten malum. Belki bir dakika olmamıştı. Bir gürültü koptu ve çığlıklar duyuldu. Silah sesini işitiyordum. Bildiğimden çok daha sık aralıklarla patlıyordu. Gömüldüğü yerde “lök” diye tok bir ses çıkarıyordu. Bu sesi bunca gürültünün arasında nasıl duydum bilmiyorum. Korkmuştum. Kumru’nun kıkırdaması hemen kesilmişti bu ciddi bir şeyler olduğunu gösteriyordu ben de sustum. Gürültü kesildi. Tek duyduğum kendi kalbimin atışıydı. Hem oyunu bozmaktan hem de ne göreceğimi bilmediğimden dışarı çıkamıyordum. Odanın ısısı zaman geçtikçe düştü . ilk gürültü koptuğu an korkudan işemiştim ve soğuyan idrar daha da üşümeme sebep oluyordu. Biraz da Kumru’nun bana değen vücudunun soğukluğu. Kaç saat geçti bilmiyorum. Eve birileri geldi. Bir kadın ağıt yakmaya başladı, tanıdık bir sesti ama kim olduğunu çıkaramadım. “Hanedekileri tanıyor musun hanım” diye soran sert bir erkek sesi de yanındaydı. Ama kadın dövünüp , ağlamaktan sanki onu duymuyordu. O sırada benim hıçkırıklarımı duyan çamur yeşili renkli kıyafet giymiş bir asker kutunun kapağını açtı. Kadını tanıdım. Hakime Teyze. Onlara doğru kollarımı uzattım. Beni kucaklayıp kutudan çıkardılar. Arkama bakmamam için başımı kafasıyla omzunun arasına bastırıp sıkıştırdı kadın. Ama hesaba katmadığı diğerleriydi. Odanın her yerinde tanıdığım bir yüz donuk bir ifadeyle farklı yerlere bakıyorlardı. Kadınlar ve çocuklar birbirlerine sokulmuştu. Annem olduğundan daha beyazdı. Gök beyazıydı , maviye çalıyordu. İki gün sonra kendime geldiğimde biri dua ediyordu. Annemi istedim. O melek oldu artık dediler. Herkes melek olmuştu. Erkekler “terörist” diyorlardı sohbetlerinde. Daha önce duymadığım bir kelimeydi ve sonraları da hep korkuyu çağrıştırdı. Günler daha uzadı ve ilk zamanların merhameti de günden güne azaldı. Sevgiye ve ilgiye açtım. Özlem içimi deşiyordu sanki. Güzel günlerin geleceğini düşünmek, gelmeyeceğini düşünmek kadar acıydı. Umudun ne kadar uzak bir yer ve keskin bir bıçak olduğunu o zaman anladım. Umut ettiğinde zaman geçmiyordu. Etmezsen de eriyordun. Bir gün çocuklarım ve gerçek bir yuvam olacağı hayaliyle yeniden uykuya daldım…


Dedemle ilgili anılarım, hiç olmadığını düşündüğüm renkli çocukluğumun siyah beyaz hatırasındaydı. Bir türlü o zamanları anmak gereği duymadığımı şimdi hissediyorum.


Kendisiyle ilk karşılaşmam alışıldığı gibi bulanık değildi. Bir anda “bak deden geldi” dediler. O derece net bir anıydı. Her dokunuşumda parmak uçlarımın yandığını hissettiğim, gülkurusu tonunda, ince tüylü kadife koltuklarımızda oturuyordu. Çok eşya olmayan, beyaz ve yüksek duvarlı salonumuza samimiyetsiz bir gülümsemeyle göz gezdiriyor, bir taraftan da kesik kesik bana bakıyordu. Tüm sıcakkanlılığımla siyah fötr şapkasını yanından ayırmayan, çok şık takım elbiseli bu adamın kucağına tırmandım. Önce ayak parmaklarına bastım ve dizlerine yüklenerek vücudumu kucağına doğru ittim. Koltuğa dokunmamaya da dikkat ediyordum. İki eliyle beni dizlerinin üzerinde yan çevirdi. İlk kez soğuk gülümsemesi gerçek bir hale dönüştü.
Nasıl biri olduğunu annem ve teyzemin temkinli ve korkak davranışlarından az çok tahmin ettiğim bu baskın karakterli adamdan, herkes uzak durmaya çalışırken, ben sürekli izin isteyip sorular soruyordum, aldığım cevap her zaman büyük bir insana verilecek kadar doğru ve netti. Onun oturduğu odaya yöneldiğimde mutlaka ailenin kadınlarından biri beni yakalamaya çalışıyorlardı. Gerginlik olmaması için o kadar geriliyorlardı ki, bu onları ele veriyor ve dedemle aralarına uzun bir mesafe sokuyordu. Bense dedem her an yine ortadan kaybolur diye yanından ayrılmak istemiyordum.

Dört yaşına yaklaştığımda, yanına gittiğimde hep yaptığım gibi gazetedeki başlıkları okumasını istedim. Bir sabır mimiğiyle bir an önce yakasından düşmemi ümit ederek büyük ve kalın karakterlerle yazılmış birkaç manşeti okumaya başladı. Onunla beraber okuduğumu görünce telaşlandı. “Burayı da oku! Yok, yok daha önce okumuşlar sana bu gazeteyi, çok yamansın ezberledin kesin” derken üçüncü sayfaya gelince anneme gür sesi ve İngilizceye kayan aksanıyla seslendi “Kızım gel buraya, bu çocuk okuyor.” Evde ne varsa önüme getirip okuttular. Sonunda dönemin olayı benim ilginç yeteneğim olmuştu, tüm ilgi üzerimdeydi, dedeminki hariç… Dedem hep soğukkanlıydı, hiçbir şey onun için ağzını açıp üzerine uzun süre konuşacak kadar değerli değildi sanki. Oysa beni kimsenin takdir etmesi dedeminki kadar ilgilendirmiyordu.

Damatlarının onun karşısında titrediği ve ezildiğini görüyordum. Bunun için bir şey yapmazdı. Gerçek bir karizmaya sahipti. Aptal olmayan herkesin faydalanmaya çalışacağı biriydi aslında ama üniversite mezunu olan bu genç adamlar ruh durumlarındaki karmaşa ve aşağılık hisleriyle kör olmuş gibiydiler. Bu his ‘diplomasıyla var olan’ herkesin yaşadığı, işe yaramazlığın dışa vurumu gibidir. Sadece eşlerine (kadın ya da erkek) iyi birer seçenek ve maddi kaynak olmak dışında bir artıları da yoktur aslında.

Son on yıldır yaşadığı Londra’dan kesin dönüş yaptığında yanında sadece eski bir daktilo, bir bavul eşya ve bir de fotoğraf albümü getirmişti. İngiltere anıları sanki o albümde değil de daktilodaymış gibi büfenin en üstünde tutardı hep daktilosunu. Kimsenin dokunmasını istemediği iki eşyasından biri Madame Tussauds Müzesinde çekilmiş Atatürk’ün balmumu heykelinin fotoğrafı, biri de bilgisayarların pabucunu dama attığı bu aletti. Onun için fotoğraf değildi tabi önemli olan, Atasıydı. Hatta dedem için fotoğraflar genelde pek bir şey ifade etmezdi diyebilirim.

Çok kültürlü, çok iyi giyimli, varsıl bir adam olmasına rağmen anneannemin hiçbir yönden onu hak etmediğini düşünmüşümdür her zaman. Dedemde ne varsa anneannemde o yoktur. Sadece olanla, önüne hazır gelmişle övünmeyi bilir ve dünyaya kazık çakacakmış gibi yaşar. Kimseyi kırmaya çekinmez, etrafındaki herkese hizmetçisiymiş gibi davranır. Bu dedemin dişlerini sıkıp başını sağa sola salladığı sabır anında bile büyük bir cesaretle devam eder.



Bu kadar otoriter birinin böyle bir aileye katlanma, yanlış gidişatlara müdahil olmama çabası en az sevgisini göstermemesi kadar garipti. Tamamen ilgisizdi diyemem, bedeni ordaydı belki ama ruhu orada değildi. Tahammül edemeyip tepki verdiği tek şey din konusuydu. Cümlenin bir yerinde yanlışlıkla dinden bahsederseniz, yok öyle bir şey diyerek kükrer ve sonrasında size söyleyeceğinizi bile unuttururdu. Bir gün aniden en yakınında tuttuğu dayımı kaybettiğimizde, yerde yatan dayımın soğuk bedeninin üstünde bir ahbabının “Allah sabır versin” demesi üzerine, “Sabrı o vermez, o sizin tanrınız ve o ancak alır. Siz hep ona bir şeyler adayıp buna alıştıranlarsınız. Eğer bir şey verebilecekse bana oğlumu geri versin” demişti. Herkesin yüzü en az dayımınki kadar ağarmıştı o an. Doğru tahmin ediyorsunuz, ağlayamamıştı…

Neydi onu bu kadar duygusuz yapan. Ya da nasıl bir acı yaşamıştı ve sabır göstermişti ki bu kadar eğitimliydi ruhu. Kimsenin kolay kolay itaat ettiremeyeceği en ilkel duygularını bile bastırabiliyordu.

Dedemdeki gizi, büyüyü böyle bir zamanda keşfetmiştim işte…

- “Tatilde bile elinde defterin var, havuza gitmiyor musun?”

Sırt üstü uzanmış ve dizlerimi bükerek kendime çekmiş halimden kurtulmak için sırtımı dik olacak şekilde yukarı kaydırdım. Ayaklarım yere paralel, defteri göğsüme bastırdım.

- “Bir şeyler yazıyorum dede. Az kaldı sayılır. Bitirmeden çıkmak istemedim.”

- “İşle ilgili mi?”

- “Hayır, değil biraz rahatlamak için yazıyorum.”

- “Günlük mü tutuyorsun yoksa?” suratında her zamanki ciddiye almaz tavır belirdi. “Günlük bu kadar birbirine benzeyen ve her şeyimizin elektronik cihazlarla kayıt alındığı şu günlerde neye yarar ki? Sadece başına bela olur. Bir de onu nereye saklasam diye uğraşırsın.”

İşte az önce benimle ilgilendiğini düşündüğüm adam yine benim bir kusurumu deşip çıkarmak istiyordu. Zevk alıyordu sanırım insanları ciddiye almamaktan.

- “Bana yapılmış kötü bir davranışı ömrümün sonuna kadar unutmamak için bütün ayrıntılarıyla yazıyorum. Çünkü kin tutamıyorum. O kişiye yine eskisi gibi davranabiliyorum. “ Bu çıkışım bir savaş kazanmışım gibi heyecanlandırıyordu beni. Aslında daha uzun konuşup dedeme onun düşündüğü kadar boş biri olmadığımı göstermek istiyordum ama değil karşısında uzun konuşmak, cümle kurmak ya da en kısa cevabı vermek bile zihnimde refleksten öteydi. Gerçekten beş düşünüp bir konuşuyordum onunla.

- “İyi fikir…” bir süre gözleri zemine takılmış şekilde düşündükten sonra, kafasını ilk odaya girdiğinden beri sürekli izlediği havuza çevirdi.

- “Peki, onları okuyor musun?”

- “Evet, yazdıktan sonra sık sık okumayı planlıyorum”

- “Çok değer verdiğin biri miydi?”

- “Ailem kadar değer verdiğim biri.”

- “O halde üzgünüm ki okumayacaksın… Eğer bir ders daha alırsan açıp okuyacaksın ya da yanlış yapanın senin dışında birine daha aynı kötülüğü yaptığını duyarsan, diğerinin ne hissettiğini anlayabilmek için tekrar okuyacaksın. Ki bu bile çok uzun zaman alacak. Yine de ona hak vermeye çalışacaksın. Kin duymak bir meziyet değil. Kin duyamamak da bir kusur değil… Önemsemediğin birine kin duyamasan bile, artık senin hayatında olmayı hak etmediğini bilirsin ve buna göre davranırsın. O sadece mutlak bir değerdir artık. Negatif ya da pozitif değildir. Ama önemsediğin her kimse, zaten her an senin aklının bir köşesinde olacak. Onu önemsemene sebep olan onca iyilik ve güzelliği, arkasından gelen talihsizlik ne kadar büyük olursa olsun unutamayacaksın.” Gözlerini biraz daha ufka yükselttiğini fark ettim. Beni bu kadar iyi anlatması dondurmuştu. Bir falcıdan duysaydım daha büyülü gelirdi belki bu gerçekler. Konuşurken acımı küçümser gibi net ve ruhsuzdu yine.



- “Umarım unuturum ve sadece nefret ederim.” Defterimi sakince sağımdaki yastığın altına sürüp, bulunduğum yerden kalktım. Dedem benden önce odadan çıkmıştı bile.



Yirmi dokuzuncu yaş günümde dedemle aynı odada otururken birden kitabından kafasını kaldırdı. Göz göze geldik. Benim yüzüme bakmazdı genelde. Kaçak bakışlarını yakaladığımda da sanki arkamda kör bir noktaya bakıyormuş gibi yapıp kafasını çevirirdi. İlk kez dedemin artık yaşlandığını fark ediyordum. Sanki ısrarcı bir bireysel sigortacı gibi peşine düşmüştü Azrail, sürekli bu yaşlı adamla tanışmak istemiş, birçok farklı telefon numarasıyla aramış ama işe yaramaz bir pazarlamacı olarak henüz ciddiye alınmamıştı. Gözlerimden gözlerini alarak tekrar dikkatini kitabına vermiş gibi yapıp “Çok değerli bir daktilom var.” dedi. Çok net ve düz bir sesle “öldüğüm zaman senin olacak,bunu annene de söyleyeceğim,o hengâmede unutmasınlar.” diye tamamladı. “Ne ölmesi, daha çok erken…” derken daha cümle bitmeden, gözü hala kitabında kafasını sallayarak söylediklerimin onun için bir şey ifade etmediğini hissettirdi. Söylediğim şey ciddiye alınmasa da, onun beni daktilosunu verecek kadar önemsemesi şimdiye kadar belki de hiç duymadığım ve hissetmediğim sevgisinin maddeye dökülmüş haliydi.

Nasılsa artık benimdi… O akşamüstü herkes odasına çekilince evdeki değerli eşyaların ve kasanın bulunduğu odaya girdim. Zemindeki ahşabın reçineli kokusu ve anneannemin özel davetlerde giydiği, sonra yine aynı yere astığı kürklerinden yayılan eski kokan parfümlü deri kokusu, ben daktilonun çantasını açtığımda eski kâğıt kokusuyla karıştı ve burnumu yaktı. İşte karşımdaydı,1930 model bir Everest... Hakiye çalan koyu gri kasada yuvarlak metal tuşlar… Her bir tuş vuruşunda seçilen harf içtima veren asker gibi ayağa kalkıyordu. Çok gürültü yapmadan bir şeyler yazmak için sabırsızlanıyordum. Bir eşyaya ne yapacağını bilmeden sadece yasak olduğu için ilgi gösteren bir çocuk gibi, her hali çok ilgi çekici görünmeye başlamıştı gözüme. Çantanın cebinden biraz da beklemekten rengi iyice sararmış bir sayfa çektim. Tam sayfayı yerleştirecekken tepe lambasının sarı ışığında silik görünen yazıları fark ettim. Yazılar İngilizceydi. İlk satırı okuduktan sonra kalbim yerinden çıkacak gibi çarpmaya başladı. İşte asıl şimdi küçük bir çocuktum. Oradan biran önce kaçmak istiyordum. Sakince çantasına yerleştirdim daktiloyu ama elimdeki sayfayı yerine bırakamadım. Hatta cepteki tüm sayfaları ve bir kaç şişmanca zarfı da yanıma aldım. Buruşturmamaya özen göstererek ayrıldım odadan. Müstakil evin bana ayrılmış ahşap tavanlı çatı katına çıktım. Kokuyu da kâğıtla birlikte kucaklayıp getirmiştim sanki yanımda.
Kapının kilitli olup olmadığını kontrol edip mektupları ortaya döktüm. Zarfların birinde genç bir kadının ve bir mezar taşının fotoğrafı vardı. Henüz tanımadığım bu sarı saçlı, beyaz tenli kadından nefret etmem gerektiğini hissediyordum. Çünkü dedemin hiç birimizin fotoğrafını bu çantada taşımayacağına emindim. Hiç birimiz onun kadar değerli değildik demek ki. İşte bunca zamandır bizi sevmemesinin sebebi karşımda sabit bir gülümsemeyle bana bakıyordu.
Tarih sırasına göre okumak üzere zarfları boşalttım.
Yazılar bir kadının elinden çıktığı belli olacak biçimde muntazam, harfler hafif sağa eğik, kuyrukları uzatılmış ve her uzatma hareketinde el bir kuş kadar özgür bırakılmış gibiydi. “Sevgilim” diye başlıyordu tüm mektuplar.
Tüm sözcüklerde hem resmiyet hem de aşırı sevgi vardı. Hatta kimi zaman bir merhamet dilenme ve sabır da... Nedense kimse dedesine âşık olunabileceğine akıl erdiremez, sanki hayata hep yaşlı bir adam olmak için gelmiştir. Ben de mantığımın almayı reddettiği bu gerçeği daha önce yaşamadığım garip bir hisle karşılıyordum.
Kadın dedemin evli olduğunu o Türkiye’ye döndükten sonra öğrenmiş buna rağmen yalnızca ilk mektupta intizar etmişti. Sonraki mektuplar tezattı.



Sevgilim,

Elimde olmayarak onurumu ve gururumu sevgimin üstünde tutmaya çalışıp, bana ait olamayacak kadar sert cümleler yazdım. Bu cümleler benim kalbimden değil yalnızca kalemimden çıkmış cümlelerdi. Lütfen bunun için üzülme. Sen gittikten sonra, gönderdiğin mektupta yazanları okuyunca aklımı kaybedecektim. Bana hiç bahsetmediğin ailene döndüğünü söyleyince çılgına döndüm. O üzüntü ve gelgitlerle aramızdaki bütün bağları koparmak istedim. Sonunda daha iyi olacağımı söylediler, dik durup seni utandırmanın benim ruhumu onaracağını söylediler. Böyle zamanlarda bir omuz arar insan ben de dostlarıma sığınmıştım. Aslında benim tek dostum sendin, fakat o zaman yanımda değildin. O mektubu güçlü görünmek için yazarken, hiç dökmediğim kadar gözyaşı döktüm.
Şimdi düşünüyorum güç nedir diye. Güç ayakta kalıp kalpsiz olmak mı yoksa her şeye rağmen sevmek mi? Doğru olan hangisi bilmiyorum ama yıllar sonra öğrendiklerim çok acı da olsa, sevgimden bağımsız şeyler. Bildiklerim sevgimi azaltmıyor. Böyle bir son olmasını istemediğine de şüphem yok. Sonuç değişmese de sen benim sevdiğim uğruna öleceğim adamsın. Hatıran kalbimde olduğu sürece, yerine kimseyi koymayacağım. Lütfen beni cevapsız bırakma. Tutunduğum tek şey senin varlığın. Michelle...





Diğer bütün mektuplar merak ve endişe doluydu. “Sadece iyi olduğunu bilmek istiyorum.” yazıyordu birinde. Asıl ilginç olan zarfsız sayfalardı. Dedem bütün mektuplara tek tek cevap yazmıştı. Hatta mektupların sonuncusundan sonra da yazmaya devam etmişti. Ne var ki hiç bir zaman bu yazdıklarını kadına göndermemişti. Demek ki dedemin sevgisini söylememek üzerine çok çeşitli yolları vardı. O aslında kadını değil kendisini cezalandırıyordu. Bu mektupları takiben yazdıkları her şeyi anlatıyordu.

Michelle,
" Çok üzgünüm. Olayın bu noktaya geleceğini düşünmeyi yıllarca reddedecek kadar çok bağlandım sana. Senin kadar mutlu görünmememin tek sebebi, hiçbir zaman sana tam anlamıyla sahip olamayacağımı bilmemdi. Hatta senin her saniyesini çok mutlu geçirdiğin zamanlarda ben sadece senin o halinle iyi hissediyordum. Sürekli ötelediğim gerçeklikten kaçamadım. Benden nefret etmeni de istemedim, bu kadar sevmeni de. Sevmesin, vazgeçsin diye düşündüğüm zamanlarım oldu. Ama vazgeçsen ne yapacağımı bilemezdim. Şimdi seni terk ederek aslında kendime en büyük cezayı verdim. Her an gözlerimin önünden gitmeyen yüzünle, karşımdaki gerçekliğin arasına sıkıştım. Büyük bir boşlukta kaldım. Sensiz hiçbir şey daha iyi olmadı. Uzun zamandır uzak kaldığım ailemle aramdaki uzak yolu kafamda kısaltamadım. Bana yakın olmak istememelerini bile şans saydım. Sen orada yalnızken ben burada kalabalık olamadım. Sevgime sahip çıkmanın bir yolunu bulamadığım için, kazandığım bütün başarılar anlamsız. Kaçmak yolunu seçtiğim için etrafımdakilerin bana yakıştırdıkları baba rolüne kendimi layık bulamıyorum. Seninki kadar büyük bir fedakârlığı gördüğüm için kimsenin yaptığı iyi şeyleri takdir edemiyorum. Şimdi ben kalben orda ve fiziken buradayım. Yani toplamda hiçbir yerdeyim. Kalben sana, fiziken buraya aitim .Yani hiçbir şeyim. İşte görüyorsun bir hiçlikten ibaretim. Mutlu olmam gereken yer burası diye bir kanun varmış gibi ilk fırsatta buraya koştuğum için pişmanlığım her şeyin üstünde ama sana olacakları hiçe sayıp geldiğim için tekrar dönmeye yüzüm yok. Bütün seçenekleri eleyip en kolayı seçtiğim için hayatımın en büyük sınavında sınıfta kaldım... "



Farklı el yazısı ile yazılmış diğerlerine göre daha yeni tarihli ve bir erkek imzasıyla gelmiş mektup oradan alınan son haberdi anlaşılan. Yazan ortak bir erkek arkadaşlarıydı.

Mustafa ,

Belki adresini ondan saklamadığım ve sana ulaşmasını sağladığım için bana kızgınsındır. Michelle’in bu kadarını bilmeyi hak ettiğini düşündüm. O kimseye zarar verecek biri değil. Hele sana hiç sanmıyorum. Sen gideli iki yıl oldu ve hepimiz onu gördükçe sanki seni de yaşıyoruz. Her yere seninle gider gibi, her an sana gelir gibi davranıyor. Senin için bir mezar taşı yaptırdı. Çünkü ona göre, eğer senden hiç cevap alamıyorsa mutlaka sevgilisinin ölmüş olması gerekirdi. Hatırana kimsenin çirkin bir yakıştırmada bulunmasına izin vermiyor buna tahammül edemiyor. O sevgisini gömüp acısını unutmak niyetinde değil. Acısını yaşadığı şey onun için öylesine kutsal ki ne pahasına olursa olsun unutmayı reddediyor. Taptığı adamın yanlış yaptığını hiç düşünmüyor. Üzüldüğü tek şey artık sensiz olmak. Gözünü kırpmadan canını verebileceği insana, daha da zorunu, ona sadık ve onsuz geçecek bir ömür vermeyi seçti.

Chris…


O gece hiç uyumadım. Takip eden geceler de hep düşündüm. Ne kadar kolay harcıyorduk insanları, ne kadar kolay sıfatlar koyuyorduk isimlerin önüne ve ne kadar kolay ‘seviyorum’ diyorduk.

Şimdi daha iyi anlıyordum hissizleşmesini, dünyaya yabancılaşmasını. Onu bu kadar seven bir kadını orada bırakmıştı. Çocuklarına ve eşine haksızlık etmemek için belki de bir daha eline geçmeyecek bu heyecanı ve sevgiyi bir anda arkada bırakıp dönmüştü. Her seçim bir kaybediştir sözü durumu özetliyordu. Sonra da tekrar mutlu olmak için çırpınmamaya ant içmiş gibi her şeyi olanca haliyle kabul edip, günlük telaşlar için yaşamaya başlamıştı.

Gözümde küçülürken devleşiyordu yine. Beni bu sırrına ortak ederek dostu ilan ediyordu. Çünkü o kadına inanılmaz derecede benzeyen yüzüme yıllarca bakmamasının bir özrüydü bu. Onlar hiç konuşmadan birbirlerini duyan, hiç görmeden birbirlerini anlayan, varlıklarını bilmeden hisseden ender iki sevgiliydi. Ve aslında birbirlerine hiç ihanet etmediler...







     Yolculukların hep bir duygusal yanı, bir ruhu olduğunu düşünürüm.  Yıllarca hayvanat bahçesinde kalmış bir yabani hayvanın, doğasına salınması gibi şaşkın bir özgür olursun. Çocukları tarafından huzur evine bırakılmış ebeveyn gibi ihanete uğramış hissedersin. Hiç bilmediğin bir şehirde kavgaya karışmamak için çekingen adımlar atarsın. Bir tarafın evinde olmadığın için hüzünlü, bir tarafınsa evinde olmadığın için hür...